Dergiden Seçmeler

Çanakkale’de Kader Birliği Eden Ümmet
Çanakkale’de Kader Birliği Eden Ümmet - Halide ALPTEKİN
 

​Vatanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi, aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi.
 
Analar Çanakkale savaşında cepheye evladını dua ile uğurluyor, askerin cebinde ayet-i kerimeler var. Toplar namluya tekbirle dolduruluyor, abdestsiz gezilmiyor, bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor, bilmeyenler kelime-i şehadet getiriyor.
 
ÇANAKKALE, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran Birinci Dünya Savaşı içinde kazandığımız tek zaferdir. 18 Mart deniz savaşı ve kara savaşları şeklinde iki ayrı kategoride mütalaa edilebilir. 18 Mart deniz savaşı bir gün sürmüş ve başarıyla sonuçlanmıştı. İki yüz yıldır yenilgi yüzü görmemiş, üzerinde güneş batmayan imparatorluğa mensup İngiliz donanması, o dev armada ve yanındakiler çok zayiat vererek kaçarcasına Çanakkale sularını terk etmişlerdi.
Merhum Akif’in ifade ettiği gibi kimler katılmamıştı ki bu savaşa; “Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer / Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.” İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Senegal, Hindistan, Cezayir, İskoçya, İrlanda, Kanada, Sudan, Somali, Rusya, İsveç, Danimarka, Finlandiya’ya mensup askerlerden müteşekkil bir ordu...
 
Dünyayı kasıp kavuracağı tahmin edilen bu ateş çemberinin kıvılcımlarından en az hasar ve kayıpla çıkmak için 23 Kasım 1914’te padişah iradesiyle cihad-ı ekber ilan edildi. Bu fetva, hem Osmanlı hem İtilaf devletleri idaresindeki Müslümanlara bir davetti. Fetvaya göre bu savaşta, hükûmet-i İslamiye denilen Osmanlı Devleti’nin müttefikleriyle aynı safta savaşmak farz-ı ayn, onlara karşı savaşmak ise haram-ı kat’i idi. İtilaf devletleri sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar, kendileri ve aileleri ölümle tehdit edilseler dahi İslam hükûmetiyle savaşmaktan geri durmalıydılar. Yani, sömürgesi altında yaşadığınız devletin safında askerliği kabul etmeyin, hatırlatması yapılıyordu. O günün ulaşım imkânları bu haberin kısa zamanda ilgili yerlere ulaştırılmasını zorlaştırıyordu.
Osmanlı’ya karşı savaşanlar da boş durmuyor, sömürgelerindeki din adamlarına karşı fetvalar yayınlatıyor, Müslümanların Osmanlı Devleti’nin yanında savaşmalarını engellemek istiyorlardı.  
 
Bu cihat çağrısına cevap verenler; “Vatan sevgisi imandandır.” hadis-i şerifinin ulviliğine inanmışlar ve vatanın yüz otuz iki ayrı yerinden koşup gelmişlerdi. Musul, Adana, Üsküp, Erzurum, Van, Bağdat, Bursa, Selanik, Diyarbakır, Yemen, Pakistan, Mekke...
 
Bu çağrıya cevap verenlerin karşı taraftaki askerlerden bir farkı vardı. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkere riayet ediyorlardı. İyiliği emreden kötülükten men eden bir ümmet oldukları için farklıydılar. Âlemlerin Rabbi tarafından Kur’an-ı Kerim’de “En hayırlı ve en üstün, en dengeli, insanlık için gönderilmiş, hakkın şahidi olan, hakkı ayakta tutan bir ümmet olarak vasıflandırılmış bir ümmettir. Çünkü bu ümmet belli bir topluma, bir millete bir ırka değil, bütün insanlığa gönderilmiş son peygamberin ümmetidir. Dünyada da ahirette de şahit ümmet olma müjdesi almış bir ümmettir.” (Bakara, 2/143.) Bu ümmetin sorumluluğu hakkın ayakta tutulmasını sağlamaktır. Kilometrelerce yolu göze alanlar, asırlardır hakkı ayakta tutmak için çaba sarf eden hükûmet-i İslam’ın imdadına koşuyordu. Merhum Akif’in ikazını âdeta işitmişlerdi:
 
“Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan,
Kaldırın ayrılık esbabını aradan!”
Müslüman Müslüman’ın acısına, derdine bigâne kalamaz, ikazı çerçevesinde maneviyatlarının doruk noktası hanesine bu gazayı kazımışlardı. Hissiz olmadıklarını göstermiş, bu ümmetin aynı vasıfları muhafaza ettiği müddetçe ebediyete kadar yaşayabileceğini ispatlamışlardı.
“Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış,
Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.” (Mehmet Âkif Ersoy)
Milletlerin muhafaza etmeleri gereken en önemli vasıfları maneviyatlarıdır. Zira maneviyattan yoksun olan kişiler yaşayan ölülerdir. Tıp fakültelerinde öğrencilere insan tarif edilirken, daha ilk derste; “İnsan psiko, biososyal bir valıktır.” denilir. Doğrudur, efradını cami, ağyarını mani bir tariftir. Psiko yönü sağlam, kuvvetli insanın biyolojik yönü hastalansa dahi sahip olduğu moral güç onu yenebilir. İnanç manzumesi içine dâhil edeceğimiz manevi tarafımız iyileşme sürecini hızlandırır. Ruhsal yönü, maneviyatları sağlam insanların meydana getirdiği milletler de o ölçüde kavidir, yenilmezdir. Bunun aksi durumunda tarihin çöplüğünde yerlerini alırlar. İşte, Çanakkale de psiko yönü sağlam, Çanakkale ruhlu gençlerin haklı zaferi ve başarısıdır. Savaş bittikten sonra İngiliz Donanma Bakanı Churcill’e sormuşlar: “Karnı aç, silahları güçsüz, cephaneleri yetersiz, çıplak, zayıf bir orduyu nasıl oldu da yenemediniz?” Verdiği cevap insanın psiko yanının ne kadar önemli olduğunun ispatıdır: “Ben bu milletin savaşma gücüne hayran kaldım. Ne ayaz ne ilikleri donduran soğuk, ne açlık ne silahsızlık onları etkilemiyor. Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Tanrı’yla savaştık!”
 
Bu düşünceyi ispatlayan en önemli cümleyi Osmanlı’nın resmî tarihçisi Bursalı Binbaşı Nihat Bey söylemiştir: “Çanakkale maneviyatların çarpışmasıdır. Bunun aksini söylemek cinnetle eşdeğerdir!” Zira maneviyatı kuvvetli, imanı sağlam olan her zaman kazanmıştır.
 
Analar Çanakkale savaşında cepheye evladını dua ile uğurluyor, askerin cebinde ayet-i kerimeler var. Toplar namluya tekbirle dolduruluyor, abdestsiz gezilmiyor, bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor, bilmeyenler kelime-i şehadet getiriyor. “Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i İmran, 3/13.) ayet-i celilesi bu savaşta tam anlamıyla tecelli ediyor.
 
Onlar; Selanik’ten, Bağdat’tan, Üsküp’ten,       Mekke’den, Pakistan-dan, Şam’dan yalın ayak başı açık yollara düşenler, İslam dinine ait prensipleri ruhlarına indirgemiş, âdeta ikinci bir fıtrat kazanmış, istikrarlı, huzurlu, dingin karakterli, kısaca edepliydi, sözün özü İslam terbiyesi almış Müslümanlardı. Hadis-i şerifte de, “Din güzel ahlaktır!” buyrulmuyor muydu? Ömürleri boyunca davranışlarını, yaptıkları her işi, mükâfatını Cenab-ı Allah’tan bekleyerek yapmışlardı. “Ben size şah damarınızdan yakınım!” (Kaf, 50/16.) ayetini içlerine sindirmişlerdi. Bu da edepli olmanın, güzel ahlaklı olmanın başka bir gereği idi. Hz. Muhammed’i (s.a.s.) rehber olarak aldıkları, sıkıntılara sabırla hamt ederek katlandıkları için zaferle mükâfatlandırılmışlardı. Aştıkları kilometrelerin her adımı bunu ispatlıyordu. Savaş esnasında Başkumandan Vekili Enver Paşa’dan gelen “Bir zeytin tanesi üç lokmaya katık edilecektir.” emrine itaat etmişler; yemek listelerindeki, sabah yok, öğle 500 gram ekmek, üzüm hoşafı, akşam yok sıralamasına razı olmuşlardı. Çünkü ulü’l-emre itaat etmenin farz olduğunu biliyorlardı.
 
Altı asırlık ömründe devletin en geniş sınırlarını dört yüz yıl elinde tutan, gerileme dönemi dediğimiz iki yüz yıl boyunca bile çok fazla toprak kaybetmeyen, yıkılış dönemi olan yirminci yüzyıl başlarına kadar gücünü muhafaza eden Osmanlı Devleti’nin bu varlığı sadece askerî güçle açıklanamaz. Onun cihan devleti unvanı almasına, bağlı bulunduğu manevi değerler sebep olmuştur. Zira Osmanlı İslam ahlakının en güzel timsali olmuş, bu da onları küçük bir beylikten üç kıtaya hükmeden bir cihan devleti hâline getirmiştir. On beş dilin konuşulduğu, üç ayrı dine mensup insanların yaşadığı bu coğrafyada adalet, hoşgörü ve güzel ahlak hâkimdi.
 
Savaşta dahi namazlarını, oruçlarını terk etmediler. Bu konuda indirilmiş ayet-i kerimeye riayet ettiler. “Savaşta müminler arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle birlikte namaza dursunlar, silahlarını da yanlarına alsınlar. Onlar secde ettikten sonra geri çekilip düşmana karşı dursunlar ve yerlerine henüz namaza durmamış olan diğer topluluk gelsin. Onlar da tedbirli şekilde ve silahlarını yanlarına alarak seninle beraber namaz kılsınlar.” (Nisa, 4/102.)
 
18 Mart Deniz Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayan Rumeli Mecidiyesini ve Havranlı Seyit Onbaşı’yı adımız gibi ezbere biliriz. Koca Seyit’in Kumandanı Yüzbaşı Hilmi Bey taarruzdan önce askerlerine özetle şu konuşmayı yapıyor:
 
“Bu ulvi vazifede bulunmamız kendi liyakat ve iktidarımızla değil ancak Cenab-ı Hakk’ın bir özel lütfu iledir. Şu tabyaya sahip olmakla dünyanın en bahtiyar adamlarından birisi olduğunuzu bilmenizi isterim. Şimdiye kadar batarya başında bulunmamız vatan, vatan evladı ve İslamiyet’e karşı her zaman kendileri için canımızı fedaya hazır olduğumuzu taahhütten başka bir şey değildir. İşte o gün geldi, hepimiz birlikte ahit ve yemin edelim.” O, askerlerini şöyle tanımlıyor: “Bütün erlerde savaş için büyük bir istek vardı. Bu hâli sürdürmek gerekiyordu. Daha evvel de bildirdiğim gibi bölükte namaz kılmayan yoktu. Devamlı telkinlerim neticesi dinî hisleri olgunlaştı. Bugünden itibaren daima abdestli bulunulacak ve harbe abdestli olarak başlanacak. Topların dolması için verilecek kumanda ile her topun sağındaki bir er nöbete çıkacak. Bu suretle dört er tarafından ezan-ı Muhammedi okunacak. Birinci doldurma işi yapılacak. Yeni gelen yedek subay adaylarının medreseden olanlar kendilerine lüzum hasıl oluncaya kadar yüksek sesle tekbir alacaklar, bir kısmı da Kur’an okuyacaktır. Ateş aralarında ise bütün batarya sesli olarak tekbire katılacak. Kimse yaralı ve şehitlerle ilgilenmeyecek, ben ölürsem üzerime basıp geçin. Yaralanırsam yine önem vermeyin. Ben de size böyle davranacağım. Şehit ve yaralıların yerine geçecekler tayin edilmiştir.”
 
Vatanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi, aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi. Bu kuvvetli çimento hepsini bir potada eritmeye, kaynaştırmaya yeten hâkim güçtü.
 
Düşmanları dahi olsa muhtaca yardım etmekten imtina etmeyen, mermi sağanakları altında düşmanını sırtlayıp emin bir yere ulaştıran ve kendi gömleklerini yırtıp düşmanının yarasını saran bu kahramanlar tüm dünyaya bir insanlık dersi verdiler. Çünkü şehit de olsalar yüce Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkamayacaklarını biliyorlardı.      
Yelpazeleriyle yaralı düşman askerlerinin sineklerini kovuyorlardı, çok az olan ekmeklerini onlarla paylaşıyorlardı. İlaç kıtlığında bulaşıcı hastalıklara karşı onları aşılıyorlardı.
 
“Bir millet güzel ahlak ve meziyetlerini değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53.) Sözün özü; güzel ahlak ve meziyetle taçlanmış olan İslam dinine sadakatleri yüzünden cansiperane savaşmışlardı. Cenab-ı Hak da onları muzaffer kıldı, kimi şehadet mertebesine erişti, kimi gazi oldu. Bu destanı da dostları ve düşmanları unutmadı, insanlık yaşadıkça da unutamayacaktır vesselam!

​​​​​​